22 Aralık 2006

multi etnik


efendim 2 gündür hastayım ateşler içinde yatıyorum. boğazım fil taşağı gibi yutkunamıyorum. antibiyotiksiz nasıl yaşıyorlarmış bu eski insanlar hayret bişiy. terli terli su içmemden kaynaklanan bi durum olduğu konusunda utkuyla aynı fikirdeyim. ateşli olmanın en kötü tarafı uyuyamamak yada uyusanızda bilimum tuhaf şey görmek. örneğin dün gördüklerim gibi. bütün gece ispanyolca konuştum nasıl oldu bilemiyorum ama şakır şakır konuşuyordum. ayrıca tekerlekli sandalyede bir ayağım sakat (aynı hitckcock'un "rear window " filmindeki james stewart gibiydim) sürekli panik halde sağa sola bağırıyordum (ispanyolca) . etrafımdaki insanlarla istemediğimiz bi dolandırıcılık işine karışıyorduk ben ele başı gibiydim bir nevi durum komedisi yaşanıyordu (galiba o yüzden ispanyolca konuşuyorduk:) . sırılsıklam susuzluk içinde uyanmasam ne olup bittiğini nasıl sonlanacağını öğrenebilirdim belki. hani bazı rüyalar uyanıp tekrar yattığınızda kaldığı yerden devam eder ya bu sefer öyle olmadı. tekrar yattığımda kendimi yahudi olarak gördüm ama başka hiçbir ayrıntı hatırlamıyorum. kendimi bir hispanik bir semitik görmemin bir anlamı varsa bana yazın kaç vakte kadar ne olacağını bileyim...

14 Aralık 2006

everybody's gotta learn some time


buradan tüm sevdiklerime bu şarkıyı gönderiyorum. sevmediklerim de dinleyebilir tabii...

9 Aralık 2006

olmamak


başarı öykülerini dinlemek benim için herzaman bir eziyet olmuştur. bunlar yavan, tatsız, sonu başından belli hikayelerdir. ne olacağını hep bilirsiniz . bir de hep birbirine benzerler. nasıl milyoner olduklarından mükemmel aile yaşantılarından sadece bir işte değil tüm işlerde başarılı olduklarından bahsederler. en ilginç şeyse bu başarılı girişimci ruhlu örnek insanlar yazarlığı da bittabi yapabileceklerini düşünerek kendi hikayelerini kendileri anlatmak isterler. bu öykülerden hoşlanmamamı kıskançlık fesatlık çekememezlik olarak görebilirsiniz kabul ederim seve seve nasıl olsa ben kaybedenler kulubünün üyelerindenim.
kaybedenlerin belki hayata bıraktığı yegane güzel şeyler hayat hikayeleridir. kaybediş öykülerinin hepsi nadide parçalardır tabi ki de birbirlerine benzemezler. kimi hayata tutunamaz, kiminin hayatla derdi vardır, kimi çabalar o kadar çabalarki yeter artık dersiniz artık kurtulsun mutlu olsun dersiniz ama olmaz, kimi kaybetmek için elinden geleni yapar lanetler okursunuz , kimi kendi kendini yer bitirir, kimi kendinden nefret eder,kiminin değeri sonradan anlaşılır, kimi değerliyken yok oluverir, kimi de sadece olmaz. nitekim bütün edebi şaheserler bu insanlardan bahseder (bkz: dosteyevski) ve hikayeleri herzaman destansıdır.
gelelim bana, şu ana dek güzel bir hikayem yok. çok sıradan. ama hayat devam ediyor gayet hazırım.ayaklarımı sıkıca yere bastım toptan kaybedilmiş bir hayat yaşamayı düşünüyorum. tek tesellim geriye güzel bir hikaye bırakacağımı bilmem çünkü her bakımdan ben bir "disfunctional man" im böyle de yaşayıp gideceğim.bu dünyaya olmuyorum napayım...

not: bi de aşk hikayelerini seviyorum sonları ne olursa olsun (bkz:john & yoko)

11 Eylül 2006

ben masumum


kafamda kurduğum gerçekleri düzenli ve sistematik bir şekilde her zaman yazıya tam istediğim gibi dökemiyorum. düşüncelerim çok dağınık ve sanki hepsi birden aynı anda aklıma üşüşüp tam yazacağım sırada kaçışıyorlar. dolayısıyla ne demek istediğim hep biraz anlaşılmaz kalıyor. bu açmazımın en işlemediği yer yazma üstelik yani yazarken uzun uzadıya düşünüp ne demek istediğimi kelimelere döküyorum fakat konuşurken ağzımdan uygunsuz kelimeler çıkıveriyor ve anlam istemediğim yerlere gidebiliyor. o yüzden galiba insanlarla tanıştığımda olmadık şeyler söyleyip kendimi garip bi insanmış gibi lanse ediyorum. daha doğrusu benim çabam olmadan garip bi insan oluyorum. belli bir zaman geçtikten sonra insanlar beni tanıdıkça konuşurken ne demek istediğimi yavaş yavaş anlamaya başlıyorlar o zaman espirilerim daha komik hale geliyor ve muhabbetim onları sarıyor gayet geyik bi insan haline geliyorum. anadilimde bu kadar saçmalarken yabancı bir dilde saçmalama katsayım kendini parabolik olarak çoğaltıyor o yüzden susmayı yeğliyorum.
sözün özü şudur burada yazacaklarımdan kısmen sorumlu olduğumdur. her yazdığım doğru , her düşündüğüm şey gerçek, ben bilirim böyledir, hayatın anlamı şudur gibi şeyler yazarsam bilin ki ben masumum.

telefon konuşması:
"nerdesin?"
"ben mi? hımmm... hiç bi yerde!" (orası nasıl tarif edilir bilememiştim)

23 Ağustos 2006

zaman



zaman nedir? buna bir cevabınız var mı? saatinizi gösterebilirsiniz işte bu zamandır diye yada yıllardan bahsedebilirsiniz. evet bütün bunlar zaman için birer belirteçtir ama bütün bu kavramların "kabul" olduğunu unutmamalısınız. örneğin şu an isa'nın doğumundan 2006 yıl geçmiş ki 1 yıl dünyanın güneş etrafında dönmesi olarak kabul ediyoruz yani dünya 2006 kere dönmüş o günden bugüne. sürekli akan ve ilerleyen birşey olarak tanımladığımız zaman aslında hiç de öyle olmayabilir. modern fiziğe göre zaman evrenin 4. boyutudur diğer boyutların hız ve kütleye bağlı olarak değişmesi gibi zaman da değişir. yaşlanma konusunda ışık hızının nimetlerini bilmeyen yoktur sanırım. peki nasıl oluyorda aslında tanımı çok muğlak olan bir kavramı insanoğlu algılayıp bilebiliyor yani zaman algısı mutlak(dünya üzerindeki tüm dillerde zaman kipleri varmış). tabi sevgili filozoflar bunu anlamaya çalışmışlar örneğin kant idealist bir yaklaşımla "zamanı" aynı uzay gibi öğrenilmeden bilinen doğuştan gelen bilgi "a priori"olarak, fizikçi feylesof shopenhauer de zamanı tam bir kuantumcu yaklaşımla "condition of the possibility of succession" olarak tanımlamış. benim en tuttuğum varoluşçular, onlara göre zaman varolmanın temel meselelerinden biri. naçizane bana göre de insanoğlu için ölüm denen şey olmasaydı asla zaman diye bir kavramın insanlar için bir anlam teşkil etmeyeceğidir. işte tam burada "entropi" denen fizik ve felsefe meselesinden bahsetmek istiyorum. entropi termodinamiğin 2. kuralı olup kısaca şöyle açıklanabilir "bir sistem dışardan enerji almadıkça evrende bozunma eğilimindedir" yada "evrende enerji dağılama, eşitlenme eğilimindedir" daha da anlaşılır bir örnekle: sobanın sürekli daha sıcak olması ya da sıcaklığını koruması için odun veya kömürle beslenmesi gerekir beslenmezse söner ve soğur. entropiyi bir düzensizleşme olarak algılayabiliriz. bütün bunları anlattıktan sonra amacımın zaman ve entropi kavramlarını kucak kucağa oturtmak istediğimi anlamışsınızdır umarım. demek istediğim zamanın algıladığımız 3 boyut gibi bir boyut, bizim onu algılamımıza yol açan şeyin ise entropi olduğudur. hatta algıladığımız şey zaman değil de bu bozunma yani entropidir. bunu ben bulmuş değilim daha önce akıllı adamlar bunu düşünmüşler ve entropiye "arrow of time" demişler.
şimdi canı sıkılmadan buraya kadar okuyanları tebrik ederek işin özüne gelmek istiyorum. 1 haftalık bir tatile topuklarım kıçıma vura vura koşarak kaçıyorum yani benim için zaman 1 hafta duracak. hiç birşey yapmadan hiçbir şeyi değiştirmeden deniz kenarında 1 hafta. fizik kurallarını yemişim...

8 Ağustos 2006

körlük


hayatımda gerçek anlamda korktuğum birçok şey olabilir. hatta bunların sayısı oldukça fazla ama fobi olarak tanımlayabileceğim birşey varsa o da kör olma korkusudur yada gözlerimle alakalı birşeyler. bunun bilinçaltımda ne anlama geldiği konusunu düşünsemde o kadar derine inmedim belki siz bir sendrom uydurabilirsiniz.
körlüğün çok anlamlı bir kelime olduğunu söyleyerek bir çok kapıyı açık bırakıp jose saramago'nun 1998 nobel edebiyat ödüllü "körlük" romanından bahsedeyim(ama spoiler diil). romanda yakalananları bembeyaz bir körlüğe götüren salgın hastalık ve bununla yaşanan ahlaki çöküşten bahseder. anlatılan aslında toplumun ikiyüzlülüğüdür. körlüğün fiziksel olarak ortaya çıkmadan önce de varolduğunu insanların görmek istemedikleri şeyleri ve olguları görseler dahi görmediklerini körlüğü kullanarak anlatır.
yaşadıkça hayat bizi köreltir ve görmeyen çoğunluğun yavaş yavaş parçası oluruz çünkü zamanla kaybedecek gereksiz bir sürü şeyimiz olmuş ama düşünecek zamanımız kalmamıştır. bu yüzden sivri uçlarınıza iyi bakın, korkmayın, körelmeyin,kör olmayın.

2 Ağustos 2006

yalnızlık



bi kelimeyi ne kadar çok tekrar edersen o kelime anlamını yitirir ya işte bu kelime anlamını yitirmiyor seni daha da yalnız hissettiriyor.
bütün bu teknoloji, üretim biçimlerinin karmaşıklaşması, bireyselliğin ön plana çıkması, yabancılaşma günümüz insanını yanlızlığa sürüklüyor yani maymun akıllandıkça yalnızlaşıyor.
"modern insanın" geri dönülmez bir parçası olan yalnızlık ve ruh hastalıklarını "modern hayatın" nimetlerinden ayıramazsın. ne kadar ekmek o kadar köfte...
herşeyi bırakıp vanuatu'da yaşamak isterdim (vanuatu olmasa da ege'de sakin bir deniz kasabası da olabilir). ama bir kere bu hayatın içine doğmuşum ne onlarsız yapabileceğim ne de onlarla. modern bir maymunum. değil vanuatu'ya cennete bile gitsem yalnızlık çekeceğim.

30 Temmuz 2006

y kuşağı


80'lerde doğan bir çocuk hangi kuşağa ait olur? yada bir kuşağı tanımlamak için önemli olan nedir?
hemen cevap vereyim (ama hala kafam karışık) amerikalı sosyal bilimciler 80 ve sonrası doğan kuşağa y generation diyorlar münasebetsiz bi kuşak oluyor içinde bulunduğum bu kuşak. kapitalizmin istediği, herşeye yabancılaşmış, tüketici, markacı,teknolojiyle iç içe olan, bir kuşak.zaten y yani why(yada yes) denmesinin bi sebebi olmalı di mi? 68'liler gibi kuşağımla gurur duyduğumu söyleyemem. ilerde kuşağıma 00 kuşağı ,2000'ler kuşağı falan denebilir 90'lar da böylece güme gider. neyse bunun için zaman var hangi zaman dilimine ait bir kuşaktan olduğuma 30'lu yaşlarımın sonunda karar vermeyi düşünüyorum daha sağlıklı olacaktır.amerikalıların nesil saplantısı şurda göz atın ve karar verin yada sallayın banane...

28 Temmuz 2006

kuzeyde bir yer


eski evimiz, trt3, soğuk akşamlar, halam gibi birbirinden bağımsız şeyleri kombine etmesi ve olmadık gecelerde karşıma çıkmasıyla şimdi bi çocukluk hayali gibi gelen bu dizi nedense her hatırladığımda içimde kaybedilen bir evcil hayvana duyulan özleme benzer hisler uyandırmıştır.
bu duygularımda yalnız değilmişim yaptığım kısa bir net gezisinden sonra diziyi sevip bağırlarına basan bir sürü insan bir sürü bir şey yapmış. en güzel türkçesi burda
bir de nette "northern exposure" adına istinaden şöyle bişiy var

ve ayrıca tüm melanetine rağmen "istanbul is state of mind!"

27 Temmuz 2006

ilk

blog sahibi olmak zormuş be...
şöyle anlatayım fontumu belirlemek için bile kurdeşen döktüm benim gibi rahatsız bi adama yok blog aç yazı yaz falan derseniz stres katsayım beşyüz katına çıkar işte neyse...
bu tanışma yazısı oluyor şimdilik bu kadar.
ne kadar renksiz bi kişilik olduğumu anladığınızı varsayıyorum diğer postlarım bu minvalde olması halinde kendimden tiksineceğim.