17 Aralık 2007

psikolojik delisel güzelleme


ben çok çok pişman olurum. öyle rahat rahat "yaşadığım hiç birşeyden pişman değilim" diyen insanlardan değilim. vicdan azabı çekiyorum yediğim boklar yüzünden. hele ki yediğim bok istemeden yaptığım birşeyse kendiliğinden olmuşsa veya şartlar onu gerektirmişse vicdan azabım nedense daha da bi katmerleniyor.
beynimde o anlar gözümün önüne geldikçe ta göğsümün üstünde iman tahtamın altında birşey düğümleniyor nefes alamıyor gibi oluyorum zaten döndüre döndüre kurduğum görüntüler kafamın içinde cirit atıyor uyuyamıyorum rahat duramıyorum. rahatsızım.
bir de olmadık yerlerde olmadık zamanlarda yaşadığım "ben napıyorum ne işim var burda" sendromum var böyle anlarda aklımdan en yakın duvara koşarak kafa atma hissi uyanıyor hem de defalarca (allahtan gökdelen falan yok etrafımda) (coen biraderlerin şu filminin yönetim kurulu sahnelerini gözünüzün önüne getirin lütfen) böyle zamanlarda hızla ortamdan uzaklaşıyorum.
sevdiğim insanlara kötü davranıyorum daha doğrusu kıllık yapıyorum burhan altıntop gibiyim. sevmediğim insanlaraysa gerçekten onlardan hoşlanmadığımı belli ediyorum (yüzlerine gülüp arkalarından konuşmam). her zaman insanlarla hoşsohbet olamam milletin gönlünü eğleyemem soğuğum. isteksizim. makam mevki sahiplerine özel bi tiksinti duyuyorum yani bu banka veznedarı bile olabilir ama bilhassa devlet memurları ve erkanına. tıynetsiz tıynetsiz insanlar olmayanları da vardır ama ben önyargılıyım.
kendime güvenim yerle yeksan hatta yok çok kalıpsızım. ama dellenip kendimden beklenilmeyecek ölçüde güven patlamaları yaşıyorum yaptıklarım karşısında şaşakalıyorum. böyle hallerde dayağı hakettiğimi düşünmekteyim. yani insan yolda yürürken beni bi dövseler diye düşünür mü? ben arsızken düşünürüm. bazen günde 500 gbyte lık bilgiyi sömürürüm overload olup kilitlenirim. ama ortalama olarak 8 bit ilen yaşıyorum. bütün bunlar sonucunda kendimi manik miyim lan ben diye sorgularım? ama diilim...
IQ seviyem yüksektir ama neye göre kime göre diye de düşünmeden edemem şüpheciyim septikim. EQ seviyemi bilemiyorum bilmek istemiyorum. lütfen...

18 Eylül 2007

büyümek


yunan mitolojisinde bir karakter var bilmem bilir misiniz? adı sisyphus, kendisi eski bir kral olup yaptığı kötülüklerden dolayı tanrılar tarafından çok acımasız bir cezaya çarptırılmış bir şahsiyet. cezası şöyle: bir kayayı tepenin üstüne çıkarmak. tepeye ulaştığında tüm cezadan kurtulacak. ama bu kadar basit değil tabii ki. zavallı sisyphus kayayı tepenin zirvesine tam ulaştırmışken nasıl oluyorsa oluyor kaya gerisin geriye tepeden aşağıya yuvarlanıyor. yani kaya asla tepeye ulaşmıyor. sonsuz bir döngü ve zavallı adam bunu defalarca ve defalarca yapıyor. galiba yunanlılar bu sonsuz ceza işine kafayı takmışlar bi de prometheusun da bu minvalde bir cezası var.
peki benim derdim ne, niye bundan bahsettim. sisyphus'a sempati duyuyorum desem biraz hafif kaçar, düpedüz kendimi o gibi hissediyorum. 26 yıl boyunca yaptığım şeylerin tümü işte o kaya sürekli yuvarlanıyor ben de onunla birlikte yuvarlanıyorum. artık böyle yapmaya karar verdim.
metin geçen gün artık karmaya inandığını söyledi ki kendisi böyle alengirli şeylere kafayı takıp takıp vazgeçmesiyle tanınır. o söyleyince ben de bir an hayat muhasebesi yaptım. malum karma iyi şeyler yapanların başına iyi kötü şeyler yapanların başına kötü şeyler gelmesi gibi bişiy. o zaman anladım ki hakketten ben birşey yapmıyorum. hareketsizim. ya da yapıyorum da sonucu bir yere gitmiyor boş boş. kayayı yuvarlıyorum yuvarlıyorum bakmışım hiç birşey yapmamışım.
aslında size nazi propaganda sineması estetiğinden, ortadoğunun su sorunundan, kuantum fiziğinden, koyunların kuzulama periyodlarından falan bahsetmek isterdim ne yapalım işim gücüm kendimle. konuşup duruyorum kendim hakkında işte. bu yüzden bazıları çok kızıyor bazıları küçümsüyor bunu bir zaafiyet belirtisi olarak görüyor. ee napalım ben de sıkılgan bir insanım nihayetinde söylemeden duramıyorum. konuşkan bir insan olarak tarif edilebilirsem de buna inanmayın söylediklerimi gerçekten söylediğim çok az zaman vardır ve bazen günde
sadece 10 kelime konuşurum.
bu yazının asıl meselesi büyümek olacaktı aslında. çünkü bir yaşımı daha bitirdim. 26 yaşındayım ve şimdiden büyümenin yaşlanmaya dönüşmesinden korkar oldum. çünkü yapmak istediğim çok şey var görülecek yerler okunacak kitaplar seyredilecek filmler yeni yeni dostlar. yapmak istediğim şeylerin nerdeyse hiçbirini yapamamış olmam da (ya da hayal ettiğim şeylerin hiçbirini yapmamış olamam) beni daha da korkutuyor.
şu an bir sinema filminde olabilirdim esas oğlanın sevgilisi tüm sevgisini kalbine gömerek şehri terkeder başka bir adam da şehir ona bir şey vaad etmediği için terkeder. esas oğlan da şehri aniden istila eden korkunç domates canavarlarla mücadele etmek zorunda kalır. meğerse şehri terkeden adam geceleri korkunç domates canavarlarını avlayan bir avcıymıştır.
büymek demek herşeyin büyümesi demek. çocuk kalabilirdik...

18 Temmuz 2007

perfect day


tekrar tekrar gördüğümüz rüyalar vardır ya, benim var mesela. dün yine gördüm. çok uzun zaman olmuş görmeyeli görünce hatırladım.
gece dört gibi sivri sinek vızıltısıyla uyandım her yerimi yemiş hışımla onu aradım ama bulamadım sanırım kaçtı sivri diil göt sinek. sonra tekrar yattım tabii ki de uyuyamadım döndüm durdum gecenin dördünde bile sıcak sonra dalmışım. rüyanın başlangıcını hatırlamıyorum zaten orası tekrar bölümü değildi. tekrar tekrar gördüğüm kısımsa daha modifiye edilmişti ama temelde aynıydı sanki lost'un izlediğimiz bölümlerinde göstermeyip daha sonra işte o bölümde biz size bunu göstermemiştik ahanda böle olduydu tarzında bi bölümü gibiydi rüyam. rüyamı size anlatmayacağım zaten çok egzantrik anlatılmaz ama içinda annem babam kardeşim vardı annem ve babam çok gençtiler ben de bi çocuktum bi yetişkin. muhteşem bir finali vardı cennet gibiydi finalle alarmın çalması eş zamanlıydı biyolojik bişiy heralde ama bu güzel finale rağmen bütününde rüya beni öylezine ezdi ki yataktan çok moralsiz kalktım. ağlama kıvamındaydım yani yorgundum saat altı otuzdu doğru düzgün uyumamıştım. kızgınlık moral bozukluğu yorgunlukla giyinip çıktım. taşındığım yeni ev mecidiyeköy'e oldukça uzak (bu arada yeni bir eve taşındım o yüzden ne zamandır yazmıyorum bilginize) yürüdüm her sabah yaptığım gibi. otobüse bindim işe gittim.çalıştım çalıştım çalıştım. işten çıktım. o akşam üzeri kalabalığında herkes işten çıkmış yorgun ve pis kokuyor ben otobüse yürürken önümde bir kadın kucağında bir bebek. bebek kocaman kafasıyla annesinin omzundan bana bakıyor ve baş parmağını emiyor ışıklara kadar o bana baktı ben ona baktım birşey düşünmeden,huzur vericiydi. sonra parmağını emmeyi bıraktı gördüğüm şey işte şuydu. tabi ki ben acıma duygusuyla kızgınlık arasında gittim geldim. huzur muzur kalmadı kırmızı ışıkta karşıya geçtim. otobüsü söve söve bekledim.

19 Mayıs 2007

hata payı


hayatta hata yapma hakkımız ne kadar? 3 mü 5 mi? geri dönüşü olmayan bir yola girdiniz diyelim baştan bu yolun aslında hiçbir yere gitmediğini biliyordunuz. kafanız kalındı yaşınız küçüktü veya hayatta tutunacak başka şeyiniz yoktu. ne yapacaktınız seçim çoktan yapılmıştı.

yokuş aşağı bu yol oldukça kaygan geri dönüş için frenleriniz eminim ki tutmayacak. gözlerinizi kapayabilirsiniz ancak bundan sonra.

bugünlerde beynimde o kadar çok şey dönüyor ki. dönüp dönüp bulanıklaşıyor.

son bir aydır bir robot gibi yaşıyorum bir makine. sabah yedide kalkıyorum yedi buçukta otobüse biniyorum bir saat sonra işteyim akşam sekize kadar anlamsız bir şekilde çalışıyorum en erken dokuzda da evde oluyorum. çok yorgunluk ve uyku. son bir aydır döngü hep böyle. arta kalan zaman yok ben varım sadece, kendimleyim. beynimde o kadar şey dönüp dönüp kendimle bulanıklaşıyor.

neler yaşadığımın bir sürü önemi var aklımın bir köşesine yazıyorum. bahsetmeye gerek yok çünkü biliyorum, kızıyorum, değiştiremiyorum. sadece iki şey var belki altını çizmem gereken.

bir arkadaşımın hayatının akışını nasıl değiştirdiğini duydum. okuduğu iktisat bilimiminin aslında istemediği bir sürü işte çalışmasına neden olduğunu anlayarak herşeyi bırakıp mutfak sanatları akademisine girmiş ve bitirmiş, şu anda ise beş yıldızlı bir otelin mutfağında çalışıyormuş.

ve nedense yıllar sonra bu günlerde aklıma geliveren başka bir arkadaşım. hayatının akışını kesivermek istiyor. mecazi anlamda da değil gerçekten. bir parka oturup bileklerini kesiyor. "ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum" diyor. başı dönmeye başlıyor. "o kadar korktum ki, öldüm artık" diyor ve son olarak kız arkadaşını arıyor. yaptığını anlatıyor. tabii kız çıldırıyor ve hemen yanına gidiyor onu bulup hastaneye yetiştiriyor.

başlarken sorduğum sorulardan bence daha önemli olan soru şu:

hata yaptığımızda affedilme hakkımız ne kadar? en çok da kendi kendimizi...
mad world - gary jules dinleyin, dinletin.



11 Nisan 2007

peter sellers ve ben



peter sellers namı diğer dedektif clouseau. dünyanın gelmiş geçmiş en yetekli komedyenlerinden biri. aklımıza pembe panter serisiyle kazınmış olsada şahsen benim en sevdiğim filmleri Hrundi V. Bakshi adlı yeteneksiz bir hintli oyuncuyu canlandırdığğı the party (hele bir burdy namnam deyişi vardır...) ve stanley kubrick'in muhteşem filmi Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bombdur. dr. strangelove'da 3 ayrı karakteri oynar. savaşı ve kitlesel yokoluşu kara bir mizahla anlatır.


peter sellers çok başarılı bir oyuncu olmasına rağmen hayatı tamamen iniş çıkışlarla doludur. oynadığı rolleri beğenmemektedir. baskın bir anneyle büyümüştür. belki de onu arabalara ve kadınlara düşkünlüğü bu nedenledir.4 kere evlenmiş ve birçok kadınla ilişkisi olmuştur. aslında kendinden memnun değildir. canlandırdığı karakterlerin altında ezildiğini kim olduğunu bilemediğini düşünmektedir. hatta 1977 de konuk olduğu "muppet show"a "isterseniz ingiltere kraliçesi bile olurum " dediği ama kendisi olarak çıkmak istemediği raivayet edilir. 1979 da başyapıtı sayılan being there'i çeker. jerzy kosinski'nin yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan filmin baş karakteri belirgin bir kişiliği olmayan işsiz kalmış bir uşaktır. peter sellers kitabı okuyunca bu kişiliksiz bir anlamda "hiç" olan karakteri kendinle özleştirir ve mutlaka bu filmi yapmak ister. galiba içine sinerek oynadığı ve en sevdiği rol bu olmuştur. kaderin garip cilvesiyle filmi bitirdikten 1 yıl sonra daha önce de geçirdiği kalp krizi yüzünden ölür. 2004 te adından anlaşılacağı üzere The Life and Death of Peter Sellers adlı biyografik film çekilir.


peki benim ve peter sellers'ın ortak özelliği nedir. hiç psikolojik tahlillere falan kalkmayın onu ben yaparım:). çok bariz bir ortak özelliğimiz var: ikimizde 8 eylülde doğmuşuz yalnızca 57 yıl farkla...


ha bi de şarkıcı Pink var:)...

27 Mart 2007

ben ruhi bey nasılım?


mutlaka gidin görün veyahut da okuyun...

edip cansever'den "ben ruhi bey nasılım?"

kısa bir alıntı:
...
durmadan atiyordum, esyalar bitmiyordu ki hic
esyalar bitmedikce ofkeyle iciyordum
ve kinle
iniltiler duyuyordum asagidan yukaridan
ve bagrismalar
ve cigliklar duyuyordum bir de
tanidigim artik ve bilmedigim iyice
acayip hayvan seslerine benzeyen
- konak ki bir simsekti de, elle duzeltilmisti sanki bir yagmur oncesinde -
usaklar evlatliklar birbirine giriyordu
birbirlerinden cikiyordular
aralarina karistim
bosaldim bosaldim bosaldim
ve bilirdim, biliyordum, suresiz bir sarisindim
baskalarini da cagirdim daha sonra
ve karsiladim.

oramla karsiladim, en cok oramla
kapida karsiladim, dusumde karsiladim
bir suru adamlar geldi, o bir suru adamlarla bir suru kadinlar
nerde kim varsa iste bir bir geliyordular
mutsuzlar, umutsuzlar, uyumsuzlar
ellerinde paketlerle geliyordular - neler yoktu ki -
ickiler, cicekler, pastalar
kucuk kucuk paketler, buyuk buyuk kutular.

(ah, ne de cok seyleri vardir da, nasil hep boyle yerinde harcar bu kentsoylular.)

giysiler giysiler gene giysiler
fiyonklar, boncuklar, payetler
degerli-degersiz, sahici-yalanci
turlu turlu igneler, yuzukler ve kolyeler
once hep nasilsinizlar, lutfenler oturmaz misinizlar
denenmis ic gecirmeler, gizliden bakismalar
ve yaldizli cumleler
bu pazar ne yaptiniz? hangi pavyonda? sahi mi?
igreti kahkahalar, ucuzundan gulmeler bacak bacak ustune atmalar, yerlere uzanmalar
sigaralar ickiler
sonra gene ickiler, hic bitmeyen ickiler
ve dudaklar ve gozler, ince uzun boyunlar
memeler, kalcalar, kiclar, falluslar
ve yavastan seviciler, ibneler
poz kesen jigolalar.
...

8 Mart 2007

gerçekten güzel


4 yaşındaki bir çocuk günde ortalama 400 tane soru soruyormuş. harika değil mi? hayat onlar için bir sürü meraktan başka birşey değil. çok şaşırıp yeni şeyler görüyorlar. adını bilmedikleri tadını bilmedikleri bir dünyadalar. bu ne? bilgisayar. bu ne? böcek. ne yiyorsun? çikolata. tadı nasıl? güzel. gerçekten güzel. o çikolatayı yiyor ve güzelin ne olduğu hakkında bir fikir ediniyor. onun için yepyeni birşey. gördükleri bir karnaval, sirk veya fener alayı gibi . tabi ki ben böyle tanımlıyorum kafalarının içinde olan şeylere en yakın tanımlamam bunlar olabilir.
yaşımız ilerledikçe bu hayal ormanı yok oluyor. etrafımızdaki nesneler artık o kadar çekici değil. yeni bir şeyler keşfetmek çok zor. ergenlikte olan da bu bildiğimiz dünyanın artık tad vermemesi. bildiğimiz bulutsu dünya düpedüz kayaya dönüşüyor. ne oluyor? düya albenisini yitiriyor. ne yapıyoruz? yeni ne varsa onun peşine düşüyoruz. onlar ne? tabi ki duygularımız.
örneğin konu mankenimiz X yirmili yaşlarının başında olsun. X kendince mutlu bir insan. Gamsız ve empati yeteneğinden biraz yoksun. etrafında olup bitene hınzır bir gülüşle bakıyor. X in kızlarla arası şöyle böyle. şimdiye kadar pek ciddiye almamış. alanlarla alay etmiş. çok beddua yemiş.ama gün geliyor aşk denen şey ki tanımı herkese göre değişir, kapısını çalıyor. X değişik haller içinde. bu hissi daha önce hiç hissetmemiş. aşk denen şey karmaşık bir hissiyatlar bütünü olduğu için X her gün şaşırmakta. bazen sinirli oluyor bazen üzgün bazen bezgin çoğu zaman uykulu. yani dünya tam olarak benzemese de 4 yaşındaki çocuğa göründüğü gibi görünüyor ona.sormaya başlıyor. ne içelim? şarap. ne yiyelim? kaşar. neden öyle diyorsun? neden neden. niye? işte. nerede? orada. nasıl? güzel. gerçekten güzel...

20 Şubat 2007

kıssadan hisse


son günlerde dikkat ediyorum da herkes neden blog yazdığından bahsediyor. kimi bunu kendi kendini tatmin olarak nitelerken kimi blog yazmayı kusmakla ilintilendiriyor. bazıları kendilerinden çok emin dünyayı kurtardıklarını düşünüyor bazılarıysa eşe dosta selam etmek için yazıyor.

benimse iki sebebim var ve bunlardan bir tanesini size küçük bir masal ile anlatayım.

"iki çinli kardeşin birer oyuncağı varmış. oyuncaklarını değişmişler yine birer oyuncakları olmuş. iki çinli kardeşin birer hikayeleri varmış. hikayelerini değişmişler artık ikisinin de iki tane hikayesi varmış."

diğer sebepse ben de kalacak:)...


nick cave'i seviyorum.

31 Ocak 2007

before sunrise


"Delision Angel" by David Jewell

Daydream delusion, limousine eyelash
Oh baby with your pretty face
Drop a tear in my wineglass
Look at those big eyes
See what you mean to me
Sweet-cakes and milkshakes
I'm a delusion angel
I'm a fantasy parade
I want you to know what I think
Don't want you to guess anymore
You have no idea where I came from
We have no idea where we're going
Lodged in life
Like branches in a river
Flowing downstream
Caught in the current
I carry you
You'll carry me
That's how it could be
Don't you know me?
Don't you know me by now?

29 Ocak 2007

n'aptın nazlı


bugün size biricik ülker markamızın çıkarmış olduğu kekstra adlı üründen bahsedeceğim....
dersem yalan olur çünkü hiç yemedim benim derdim reklamıyla. bu ürünün reklamı sürekli çıkıyor uzun süredir de ekranda ne var ki diyeceksiniz. haklısınız ben de uzun süredir ekranda olduğunun farkındayım ama geçen gün reklamı can kulağıyla dinleyip anlama gafletine düştüm. üşenmeden sözlerini yazıyorum
"gürbüz tam bir canavar tüm sınıf ondan korkar
kapıda görünür görünmez saklanır kekstralar
nazlı okul birincisi kekstra tek eğlencesi
kekstrasını tam yerken gürbüz yanına geldi
nazlı kafayı kullandı kekstrayı ters çevirdi
jölesi altta kalınca gürbüz onu kek sandı
gürbüz gittiği anda kek yine kekstra oldu
nazlı jölenin kremanın tadına yine doydu"
bu reklam cıngılının tüm saçmalıklarını anlayabilirim fakat bir dizesi var ki duyduğum anda beni bir an için sinirden fezaya ışınlayıp geri getiriyor. neden? çünkü içinde gerçek payı var. o dize de şu efendim "nazlı okul birincisi kekstra tek eğlencesi". sanki tüm türk eğitim sistemini özetliyor. nazlı kitap okumuyor, tiyatroya gitmiyor, hayata dair bir fikri yok, bir orjinalliği yok, yaratıcılığı yok, aşık olmuyor, karşı çıkmıyor, sorgulamıyor,kısaca düşünmüyor . tek özelliği "okul birincisi" olması tek eğlencesi de "kekstra" yemesi ve kabul edelim her yerde onlardan var.
ayrıca reklama kızanın reklam kadar aklı yoktur...

15 Ocak 2007

uçan tekme


soyadımı "kopter" olarak değiştireceğim ancak beni bu paklar...