28 Mayıs 2010

takım elbisenin gücü


yeni bir iş ve giyilmekten pek hoşlanılmayan takım elbise nelere kadir size anlatayım. bildiğiniz üzere (bilmiyorsanız da öğrendiniz) artık "bankacı" sayılırım kendimi nasıl bu halde bulduğumu sormayın ben de bilmiyorum. neyse o zaten başka bir yazının konusu.
nasıl süpermeni pelerinsiz, kırmızı külotsuz düşünemezsek (bazıları fantazi amaçlı düşünebilir orasını bilemem) tabii ki de bir bankacıyı takım elbisesiz düşünemezsiniz. hasbel kader bankacı olmamdan mütevellit ben de bu bankacılığın alameti farikası olan şeyi haftanın 4 günü kesintisiz giymek zorundayım efendim (5. gün yaşasın free friday).
benim için bir üniforma gibi ve bir derviş misali (bir lokma bir hırka) sürekli giydiğim şeyler olan bir kot bir tshirtü terketmek zorunda kalmak ve hergün ceket pantolon jilet gibi ütülü gömleği giymek ilk başlarda eziyet gibi gelse de ne yalan söyleyeyim zamanla takım elbisenin gücüne ben de kapıldım.
üzerimde takım elbisem ile ne zaman bir giyim mağzasına bir lokantaya bir topluluğa yani herhangi bir yere girsem üzerimde o pespaye üniformalarımla asla görmediğim saygı ihtimam ve hürmeti görmekteyim. senlerin siz olması, hoşgeldinler, beyefendiler, nasıl yardımcı olabilirimler. korkarım buna alışacağım takım elbisenin seytani gücü bu olsa gerek.

hamiş:barney stinson haklıymış!

29 Nisan 2010

light bir aşk acısı


her şey o umarsız , sıcağın can sıkıntısıyla kanka olduğu, uzun -çok uzun- yaz tatillerinden birinde başlamıştı. o zamanlar iş güç, çoluk çocuk, doğru yanlış ve bilimum "ikileme" yakamıza yapışmamıştı. medeniyetten uzak, lost adası kıvamındaki birbirinden ilginç karakterleriyle, yazlığımızda, maksimum derdimiz, denizin biraz dalgalı olması, biraz soğuk olması, tavlanın taşlarının eksik olması, terliğimizin taşlı toprak yolda kopmasıydı. bütün bu dertlerin arasında sanırım hepimizi buhrana sürükleyen en büyük felaket, sahilin tek ve biricik kafesine uzun süre biranın gelmeyişiydi. biranın olmaması allahın unuttuğu bu cennet parçasında toplu cinnete yol açabilirdi. her gün her saat her dakika biranın neden gelmediğine dair teoriler -işin içine uzaylılar bile girmişti- üretilse de gerçek şuydu: efes bayisi çok uzak olduğu ve sattığı bira yaptığı yola değmediği için oraya tedariki kesmişti. tabii bu vaziyette insanlar birasız bırakılamazdı "cefakar ve vefakar" kafe sahibi madem efes gelmiyor ben de tuborg getiririm diyerek bizi yeşil tuborg'la tanıştırdı.

ilk anda yüzümüzü buruşturduk. efesin kamyoncu birasını isterük diye kazan kaldırdık fakat bütün isyanımız nafileydi. o sıcağın altında yazın birasızlıktan el mecbur yeşil tuborg içmeye başladık. ilk tattığımda bu ne böyle deyip etiketini okumaya koyulmuştum. farklıydı , "konvensiyonel" biradan daha az alkol vardı bunda: %4. ilk başta kafa yapması için daha fazla içmek zorunda olduğumuza dair geyikler çevirdik, şişesiyle dalga geçtik. concon biralar gibi elle açılan kapağı vardı ve en garibi yeşildi -yine bir uzaylı teorisi daha-.

zaman orada bize çaktırmadan akarken,herkes duruma alışmış isyan\toplu cinnet tehlikesi de geçmişti. tuborg yeşil yeşil damarlarımızda dolaşıyordu. kimse efes kamyocudan bahsetmiyordu. o ilk yudumdaki hissiyatımızla bir kaç hafta içindeki hislerimizi kıyaslayamazdık bile. kendi adıma konuşacak olursam kısaca tuborg yeşile aşık olmuştum.yeşili ilk yudumda olmasa da içtikçe sevmiştim. öyle arzulu ateşli bir aşk olmadığı açıktı ama sağlamdı mutedil yanan bir ocak gibiydi. sadece bir yaz aşkı veya mecburiyetten kaynaklanan bir şey değildi bu. yazlıktan döndükten sonra da envai çeşit biraların sergilendiği süper marketlerde elim hep yeşile gitti.

her güzel şeyin sonu vardır derler. ben ki genelde kötü şeylere hazırlıklıyımdır fakat bunu asla beklememiştim. tuborg, pilsener üretimini satışları nedeniyle durdurma kararı almıştı. artık yeşilsizdim. light bir aşk acısı yaşıyordum, elimden bir şey gelmezdi.

bunun gibi kontrol edemediğimiz o kadar karmaşık ve çok şey vardır ki ancak başımızdan geçip gitmesini izleyebiliriz. daha derin acılar yaşayacağız. acıların bir demir külçesi gibi değil de akıp giden bir su gibi olduğunu düşünelim ve tuborg yeşilin anısına içelim.

hamiş: bazı insanlar tuborg yeşil gibi, o beğenmediğimiz tek yuduma bakıyor bütün hikaye:)...

hamiş2: patrick wolf - hard times
ceylan ertem - insandık

11 Aralık 2009

2010


2010 için dileklerim:

askere gidenler çabuk çabuk gitsinler sağsalim gelsinler.
arayıp sormayan vefasızlar inandıkları ne varsa ondan bulsunlar.
lütfen bencil olmayalım.
sevgilisi olanlar tadını çıkarsın cılkını çıkarmasın.
sınava girecekler girsinler giriş o giriş olsun bi daha olmasın.
işsizlere iş aşsızlara aş çaresizlere çare olsun.
çocuk isteyenlerin çocuğu olsun istemeyenlerin olmasın dikkat etsinler
CERN'deki LHC deneyi gerçekleşsin.
şişmanlar zayıflasınlar.
hastalık felan kalmasın.
dünya barışı olsun.

bana da ortaya karışık güzel bişeyler olsun

6 Ekim 2009

Rinoceronte vestido con puntillas


yukarıdaki heykel salvador dali'nin "dantelli giymiş gergedan" adlı heykeli. ispanyanın marbella kentinde bulunuyor. daliciğim bir gergedanı sanat eserine dönüştürmüş. zaten kendisi afrika hayvanlarını eserlerinde sıkça kullanmış. gergedanın üstünde ve yanında kocaman deniz kestaneleri var. tamamen gerçek dışı bir görüntü estetik açıdansa mükemmel işte buna da sürrealizm diyoruz saçmalıktan sanat yaratmak.
dali'den bahsedince memleketlileri ve bi dönem kankaları federico garcia lorca ve luis bunuel'i de anmadan geçmeyelim.
dali'nin bunuel ile çektiği sürrealist filmi şuradan izleyebilirsiniz ki bu film baş yapıt olarak kabul edilir. tarih ise 1929
ve bir kuple lorca şiiriyle(kaçışa gazel) bitirelim:

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi
Birçok kere yitirdim denizde kendimi.
Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden,
Beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri.

NOT: bunu okurken şunu dinleyin una palabra - carlos verala




17 Eylül 2009

en sevdiğim sayı


ne zamandır blog yazmıyorum. içsel bi tıkanma yaşıyorum diyelim. sadece onla kalsa iyi dışsal da bi tıkanma yaşıyor olabilirim (kabız falan olmadım). sol kulağım da işitme kaybı var bi de kalbim pıtpıt edip sıkışıyor her an gidebilirim yani.
bakıyorum eşim dostum izlediği filmlerden, okuduğu kitaplardan bahsedip playlistler falan oluşturuyor. ben de sıkıldım artık bunlardan bahsetmekten. zaten hayatım desen çok cafcaflı alengirli entrikalı falan değil, deli gibi gezip tozmuyorum. ilgiyle okunacak bi olayım yok.
işte sevgili takipçilerim burada sizin devreye girmenizi istiyorum ve etkileşimli blogçuluk dönemini başlatıyorum. şöyle olacak bu iş, bana çeşitli iletişim araçlarıyla ulaşıp, "peppercutcığım ben şu konuda bir yazı yazmanı istiyorum" diyecekseniz bende bilgi dağarcığımda "şu konu" hakkında bilgim varsa yazacağım fakat bilmediğim bir şey ise yazmayacak mıyım? (rhetorical question) yazacağı tabii ki.onu da araştırıp soruşturup yazacağım. böylece araştırmacı bloggerlık dönemini başlatıyorum hem etkileşimli hem araştırmacı.
bi de gider ayak gereksiz bilgi vereyim büdü'nün en sevdiği sayı 6, edi'ninki ise 8.432.721

gülün de öyle gidin...

26 Haziran 2009

michael jackson ve 3 ayak


bugun size apaçık püri pak bir yazı yazacağım. çok karmaşık yazıyormuşum. anlamıyorlarmış. olsun bebişim anladığın kadar bak ben de artık anlaşılacak şeyler yazacağım.
nedense hep ölülerin ardından yazıyomuşum gibi olacak (bkz:ayselciğim) ama maykılım ceksınım da intikal etti öteki dünyaya artık sevdiği hortlaklara zombilere hayaletlere karıştı. adam 6 yaşından beri sahnedelermiş böyle bi insanın normal olması beklenemezdi zaten o da değildi oynadı burnuyla yüzüyle rengiyle. bi pedofillik meselesi var gerçi suçsuz bulundu ama amerikan yargısı işte ne kadar paran varsa o kadar kanun yanında yada öyle bi imajı var amerikan hukuğunun (sanki türkiye'deki hukuk da amerikaya lafediyorum. guguk bizimki neyse). ee artık şarkılarda yaşıyacak maykılım...
gelelim kişisel konulara efendim peşimde 3 ayaklı bi yaratık dolanıyor kesinkes ve bu ööle bi yaratık ki kedi köpek kılığına girmiş efendim tırsıyorum. (merak yarattım) malumunuz bir süredir istanbuldaydım düğün dernek işleriylen uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini unutuvermişim sonra taşradaki evimi hatırlayıp da döndüm ama olay istanbulda başladığı için hemen istanbuldaki evime dönüyorum( hikayesel olarak yani...) bildiğiniz üzere benim istanbuldaki evim (malikane) bodrum katıdır bahçeye bakar (bahçe dediysem bahçe duvarı) o yüzden hayvanat eşrafından bilumum mahluğun eve girmesi kaçınılmazdır. ve genelde bahçeye bakan camlar kapalı oluyor. bir gece bahçeye bakan odada uyurken camdan tıkırtılar geldiğini işittim. bu tıkırtıların giderek artmasıylan yattığım yerden üşenmeyip kalktım perdeyi açıp dışarı baktım. o esnada dışarda tıkırtıları yapmakla meşgul olan heyvan da bana baktı. evet bu hayvan bir kediydi. tamam çok şaşırmadınız "ne olacak kedi bu yahu" dediniz işte bu sözlerinizi size yedirecek vurucu kısmı geliyor: kedinin üç ayağı vardı efendim. beni görünce yavaşça ve sekerek uzaklaştı. bu tripod kediyi evin etrafında bu olaydan sonra sıkça gördüm evin etrafında sıkça görmem o an için bir anlam teşkil etmemişti taaaa(yeter) ki anlatacağım mütakip eden şu olaylara kadar: istiklal caddesinde avare bir şekilde insan manzaralarının tadını, yaşayan şehrin canlılığını içime çekerken börgır kingden aylak aylak hatta havalara bakarak galatasaray lisesinin oraya yürüyor idim. bu küçük mutluluk anımda ben galatasaray meydanına bir çırpıda yürümüştüm. her zamanki gibi çok kalabalıktı bir insan deryası üstüme geliyordu. işte bu hercümercin içinde ayaklar altında kırmızı bir tasması olan yere oturur vaziyette bir kedi gördüm. çok sakin bir şekilde ne insanlaran korkuyor ne de hareket ediyordu. böyle bir sahne tabii ki dikkatimi celbetti. tramvay çıngırağını duymamla kafamı arkaya döndürdüm kenara çekildim. tekrar kediye baktığımda ise kedinin benden uzaklaştığını gördüm. ve o da nesi!? bu kedinin de 3 ayağı vardı topallıyordu. ama ben gayet bilimsel ve analitik düşünen bir insan olduğum için kedilerde sol arka ayağı kaybetbe oranının gayet yüksek olduğuna dair bir çıkarım yaptım ve nezih yürüyüşüme devam ettim.
istanbul günlerim hızla geçmiş memleketime döneli bir kaç gün olmuştu. istanbuldaki hızlı yaşamdan sonra (!!!!) denizlideki aile hayatımın uyku düzenine ve aşırı sıcaklara alışamamış gece uyuyamamıştım zaten gayet insomniyak bi insanımdır. biraz serinlemek biraz hava almak biraz da etrafı dikizlemek için balkona çıktığımda yolda karşıdan karşıya geçen bir köpek gördüm sıradan bir sokak köpeği değil kıvırcık uzun gri tüyleri olan cins bir köpekti. köpeğin yürüyüşünde ki aksaklığı farketmiştim fakat tam olarak karanlık olduğu için göremiyordum. köpek ışığa doğru yüdü ve... ve tekrardan o da nesi!? bu köpeğin de 3 ayağı vardı.
bütün bunları değerlendirerek bana hayatın, varsa tanrının bir mesaj gönderiyor olabileceğini balkonda gözlerimi kapatarak, yarı belime kadar kendimi aşağıya sallandırıp o boşlukta düşündüm. hiç bir anlam çıkaramadım, çıkardıklarımsa çok iç karartıcıydı zaten öyle tv dizileri gibi yaşamadığımız için hayatın her anından bir anlam çıkarmak gibi meziyetlerim de yoktur. vardıysalar bile artık çok köreldiler.sonra bir bardak su içip yattım. nasıl uyudum onu da bilemedim...

10 Nisan 2009

süt


ben konuşma konusunda beceriksiz bir insanım çok çok önemli konuları konuşmaktan hep kaçarım etrafında dolaşırım yalan söylerim içine düşeceğim bir kuyu gibi yanına yaklaşmam kısaca konuşma işini beceremem.
yazı yazma konusunda ise artık tamamen yeteneksiz olduğumu düşünmekteyim ne demek istediğimi anlatamıyorum blogumdan anlaşılacağı üzere.
insanlarla iletişim kuramıyorum kısaca. iletişim derken çay söylemek, veznedarla görüşmeyi kastetmiyorum tabii...
neyse sağlıklı insanlar bunları dert etmez, ne yapar?
süt içer!